Erkin Koray - Bir Eylül Akşamı Şarkı Sözleri

Erkin Koray- Bir Eylül Akşamı (Anatolian Rock Revival Project)

Youtube'da bir şarkı var. 127 milyon dinlenmiş. Şarkımız The Rolling Stones'dan Paint It Black. Bu şarkıyı güzel güzel dinleyin. Ardından Erkin Koray'ın parçasına gelin. Dinleyelim beraberce. Evet benzerliği fark ettiniz. Her neyse lafı gevelemeyelim. Buyurunuz Erkin Koray'dan Bir Eylül Akşamı ve sözleri.



Bir Eylül Akşamı Sözleri:

Bir eylül akşamı sen geldin bana
Bir eylül akşamı aşk verdin bana
Karanlıkta gördüm seni
Ne olur gitme ver elini 

Senin ile beraberce
Çayırlarda yürüdükçe
Bakacağız falımıza 
Neler olacağımıza 

Bir eylül akşamı sen geldin bana 
Bir eylül akşamı aşk verdin bana 

Dökülmüş yapraklardan 
Bir küçük buket 
Sana sunuyorum 
Bunu kabul et 

Daha yakın olmak sana 
Dünyaları verdi bana 
Şimdi artık seviyorum 
Yaşamak ne hoş diyorum

Bir eylül akşamı sen geldin bana 
Bir eylül akşamı aşk verdin bana

Erkin Koray- Bir Eylül Akşamı (Anatolian Rock Revival Project) Youtube'da bir şarkı var. 127 milyon dinlenmiş. Şarkımız The Rolling...

GÜN


GÜN BATARKEN
Güneş battığında geliyor bütün hüzünler,
Sevinçlerim, gülüşlerim, arkadaşlarım, ailem. Yanımda hiç kimse kalmıyor.
Kalbimde sadece sen.
Eve sığamıyorum, kendimi dışarı atıyorum.
Başımı simsiyah yere eğip uzun ve karanlık bir sokağa giriyorum.
Orada seni arıyorum, bulamıyorum,
Ki bulsam da yanına gelemiyorum,
Hüzünlü bir şekilde eve dönüyorum.
Uyumak yerine ölmek istiyorum.
Ve sen melek,
Bir gün mutlaka canımı almak için yanıma geleceksin.
Biliyorum.


"Güneş battığında geliyor bütün hüzünler"



GÜN DOĞARKEN
Güneş doğduğunda geliyor tüm sevinçler
Doluyor etrafım türlü güzel insan ve kahkahalarla.
Kalbimde sadece sen.
Eve sığamıyorum, kendimi dışarı atıyorum.
Başımı bembeyaz gökyüzüne kaldırıp kısa ve aydınlık bir sokağa çıkıyorum.
Orada seni buluyorum,
Yanından bir an olsun gidemiyorum,
Neşeli bir şekilde eve dönüyorum.
Ben ölmek değil, yeniden doğmak istiyorum.
Ve sen şeytan,
Bir gün mutlaka canımı vermem için yanımdan gideceksin.
Biliyorum.

Yusuf ÇALIŞKAN

GÜN BATARKEN Güneş battığında geliyor bütün hüzünler, Sevinçlerim, gülüşlerim, arkadaşlarım, ailem. Yanımda hiç kimse kalmıyor. Kalbimd...

Mahkûm

Üç gölge sokağı
Üç gölge sokağındayım bu akşam
Dolunayda buluşmaya söz vermiş
üç gölge
Bir tanesinin elleri dakikalar önce tetik çekmiş
Yanındakinin elleri nasır alnı ter
öteki yorgun
Kalbi çıldırırcasına atıyor ve zihni bulanık
Üç gölge buluşuyor gece birde, dolunay altında
Biri yorgun, biri bitik, biri katil





Üç gölge sokağı Üç gölge sokağındayım bu akşam Dolunayda buluşmaya söz vermiş üç gölge Bir tanesinin elleri dakikalar önce tetik çekm...

Altaydan Doğan Ay

Çöllerden çöllere yalın ayak yürüyen bir Gamsız Kam var imiş. Yüce Altaylardan sürüldüğünden beri başı yerden ayrılmamış. Sessizce bir şeyler mırıldanadururmuş her vakit. Uykusu gelince yüzüstü toprağa kapaklanır. Uyandığı vakit bir hortlak misali ayaklanır; gideceği yola bakmadan, yüzündeki toprağı silmeden yola koyulurmuş.

Bir gün derinlerden, çok derinlerden bir ses duymuş. Kulaklarını tırmalayan aynı anda duyandan merhamet uman bir ses. Bir süre yolundan sapmaktan korkarak sesle ilgilenmemiş. O kaçtıkça, duymazdan geldikçe ses daha davetkâr hâle gelmiş. Gamsız Kam'ın yüreğine gam birikmiş. Onu gören kamlar üstüne kara kara bulutlar yıldırımlar salmış. Gamsız Kam yürüdükçe yürümüş. Kaçarcasına tembel adımlarını hiç olmadığı kadar hızlandırmış. Ancak, ses ne kaybolur ne de yaklaşır imiş. Şaman dayanamamış, yığılmış bir kayaya. Yüzü gözü kan içinde sürüne sürüne kaçmaya çalışmış. En sonunda sesi neredeyse duymaz olmuş. Gözlerini kapamış.

Boğulmak üzereyken açmış gözlerini. Karanlık çölün üzerinde bir ulu ışık durur, onu aydınlatır. Suya bakarken görmüş bu ışığın kaynağını. Kulakları dolmuş o sahibinin gırtlağını parçalayan sesle. Sudaki yansımaya baktıkça dalar, daldıkça bakarmış. Baktıkça  bedeni üç kat soyulup yedi kat örtünmüş. Gamsız Kam sudan kaldırmış başını; dikelmiş bu sefer bir ulu çınar gibi. Önünde türlü hayvanlar sessizce kaldırmış göğe başını. Kam da onlarla beraber. Gökteki ışığın duruşunu gördükçe damarlarındaki kan sızmaya başlamış derisinden, kaburgaları çatırdamış içindekinin şiddetinden. Kimse görmemiş o güne kadar böyle bir şey. Kam sırt üstü devrilmiş bu sefer. Gözünü ayırmadan günlerce bakmış kendine bunu yapana.


Konmuş Altay'ın başına Gamsız Kam

Kimi der dört kimi der kırk yıl sonra yerinden kalkmış. Atmış yedi adım Altay'a. Her adımdan üç pınar taşmış. Buyur etmiş tüm kamlar kovulmuşu. Konmuş Altay'ın başına Gamsız Kam. Yıllar boyu bedenine sarınan odunlar elinde şekillenmiş, oyulmuş; sarmaşıklar bu tahtaya gerilmiş. Gece bir örtüyle dünyayı sarınca Gamsız Kam elini vurmuş sazına. Çıkan sesi sevmiş çalmış da çalmış. Yüreğinin derinliklerinden çağırmış maşuğunu. Maşuk dayanamamış da gelmiş konmuş Altay'ın başına.

İşte o günden beridir bir ay doğar başımıza. Gamsız Kam'ın aşkına konar Altay'ın başına. Oradan ışıldatır her bir yanı.

Güneş doğup ortalık aydınlandıkça yine mırıldanır Gamsız "Ay için az." diye. Sırrı bilinmez bu sözün. vardır bir hikmeti deyyüp maşuğu selamlayıp yolumuza devam edelim.

Çöllerden çöllere yalın ayak yürüyen bir Gamsız Kam var imiş. Yüce Altaylardan sürüldüğünden beri başı yerden ayrılmamış. Sessizce bir şeyle...

Ay İçin Az

Ay için az


Dizmişler ulduzları göğe
Demişler yârdır bunlar biline
Kimi parlak kimi cılız parıltılar
Buna rağmen
Hani Zühre hani Süreyya
Aydır o göğün gözdesi
Örter kendini kimi gün 
Yıldızlara kalır arş
Lakin bilinmelidir ki
Beklenendir dolunay



Ay için az Dizmişler ulduzları göğe Demişler yârdır bunlar biline Kimi parlak kimi cılız parıltılar Buna rağmen Hani Zühr...

Üç Gölgeler Sokağı

Üç Gölgeler Sokağı ilginç bir yer. Kendisi uzay zaman içerisinde somut olarak yer alsa da kimi geceler o sarılı beyazlı ışıklarının altında akla mantığa sığmaz anlar yaşanır.  O zaman size hikâyemi en baştan anlatayım.

Bir gün... Bu sonbahar yeni bir ev ve ikinci el bir yatakla başladı. Ancak benim hikâyem bu evle alakalı değil. Bu evin oradan buradan damlayan, taşan, her yeri batıran sularını saymazsak kattığı tek farklılık bavullar üzerinde uyuklamaktı.

Eve ilk defa akşamüstü gittiğim bir gün, arkamdan peşi sıra gölgeler gelmeye başladı. Fazla aydınlatılmamış bu sokaktaki misafirlerim ile ilk karşılaşmam da böylece gerçekleşmiş oldu. Hızlandırdığım adımlarımla ilerlerken dikkat çekmemek için hemen arkamı dönüp bakmadım. Az ileride yoldan saparken geldiğim yöne baktığımdaysa, dikkat çekecek hiçbir şey göremedim. Aslında en dikkat çekici yanı da buydu. Hayal meyal işitilen hayvan seslerine bu gölgeleri yorarak evime döndüm ve bu ufak ve ilginç olayı kimseye anlatmadım.

Günler böyle geçti, gecelere kavuştuk; ancak aya hasrettik.  Bilmem o ilk kavuşmanın ardından kaç dolunay geçti.

Üç Gölgeler Sokağı
Üç Gölgeler Sokağı'nda sonradan fark edecektim ki daha nice gölge varmış. Hepsi de farklı farklıymış. Ancak bu üç gölgenin yeri apayrıdır, özeldir. Buluşmanın saatini ve gününü hiç belirlemeyiz fakat her seferinde, herkes tam zamanında gelir. Gelirken de kimi zaman hediyeler getirirler. Bu hediyeler çoğu zaman ufak anlar, yaşam kırıntıları olur. Kimi zaman ise bir pişmanlık. Ne olursa olsun "Üç Gölgeler Sokağı"nın sırrı olarak kalır. Herkes burada bir söz söyler ve bu sözleri karanlığa gömer. Ancak değerli dostum Fiat Doblo'dan aldığım bilgiye göre evrenin sonundaki restoranda bu sözler servis edilirmiş.



Üç gölgeden biri katil olmuştu o akşam. Belki hep öyleydi lakin bugüne kadar bize hiç bahsetmemişti bu sırrından. İkincisi pek neşeli idi "Sonra anlatırım." dedi. Sonraki gün unuttu. En durgunu yaklaştı sonunda. Tam yolun sonunda silinecekti ki sırrını sundu sokağa. Gizlice dinleyen ağaçlar, bu sırrı duydu. Kimi çiçek açtı birden kimisi yapraklarını döktü. Tüm bu olanı gören köpekler usulca uludu.

"Bu sır nedir?" diye sormayın. O an olanları gördükten sonra önce unuttum saydım kendimi sonra da duymadım. Her ne kadar uzağa kaçsam da yollar beni oraya çıkarmakta hâlâ. Üç gölgeler sokağı getirdi seni ve beni buraya. Orada fısıldadılar gökten adını. On on beş adım atılırdı her seferinde. Son beş adımda herkes konuşmaya başlardı. Son adımda her şey çözüme yaklaşsa da elveda demeden ayrılınır sokaktan. Bu sokağa dair en büyük sıkıntım karanlık ve gölgelerle dolu olması değildi. Sorun ismiyle ilgiliydi. Üç Gölgeler mi Üç Gölge mi? Kulağa hoş gelene yapıştım doğrusu.

Hikâyem budur. İsteyen gider elmasını sepetten alır. Bize de okuyana da sevgi gerek.

Bu arada hâlâ sırrı merak ediyorsanız Evrenin Sonundaki Restoran'da muhteşem manzarayla birlikte bu sırrı yudumlayabiliriz.

Üç Gölgeler Sokağı ilginç bir yer. Kendisi uzay zaman içerisinde somut olarak yer alsa da kimi geceler o sarılı beyazlı ışıklarının altında ...

Barut İzinde İlerleyiş 2/2


...

Askerler dördüncü güne doğru kendilerine gelmeye başladılar. Yabancı topraklarda güçlü görünmenin önemini bildiklerinden üniformalarına çeki düzen vermişlerdi Telimsal’a varmadan önce. Komutan, askerlerini yabancı ve çorak topraklara bilgisizce sokacak kadar acemi değildi. Askerlere verdiği emirle son yiyeceklerini gösterişli bir giriş için atlarına verdirmişti. Sonuçta askerler rol yapabilse de atların rol yapma becerisinin olduğu söylenemezdi. Bu bölüğün içinde, savaşlarda ok kullanmasıyla ve kahkahalarıyla ünlenmiş Deli Yamtar vardı. O, gözcü kulesine yakın bir yere gönderilmişti. Atılan okun isabeti de aslında buradan geliyordu. Yamtar, “Ah bir dedem sağ olsaydı! Atla giderken ensesinden arkasındakini görür de saplardı oku namerde.” diye iç çekiyordu Telimsal yakınında dinlenirken.  

Bölüğün yorgunluğunun bir sebebi vardı tabii ki. Günlerce ortasında sıkıştıkları bir cepheden, bir gece vakti son mermileriyle çıkmışlardı.  Yorgundular, fakat intikam için geri dönmeye de yeminliydiler. Ulaklardan üçünü farklı yollardan en yakın tümene haber ulaştırmaları için planla beraber yolladı.  

Yüzbaşı Halil bu harekâta girişmeden önce nerede saklanacakları ve nasıl hayatta kalacaklarına dair detaylıca araştırma yaptı tüm imkânlarıyla. Telimsal Köyü’nü de özellikle seçti. Çevre köyler arasında en yumuşak başlı, kendi hâlinde yaşayan köy bu köydü. Eşkıyalarla da baskınlar dışında içli dışlı oldukları yoktu.



"...eşkıyalar geçmek zorunda oldukları bir geçide pusu kurmaya başlamıştı bile."
Ertesi gün ulaklar geldi. Gelen haberi açıp okuyunca Yüzbaşı oldukça sevindi. Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyordu.  Bölüğüne, hazırlanmaları gerektiğini her an yola çıkabileceklerini bildirdi. Zaten oturmaktan sıkılan askerler bu haberle yerlerinden zıpladı ve sevinç çığlıkları attı. Aslında her gün temizlemelerine rağmen bu toprağın çamuru gene bulaşmıştır diyerek tekrar temizlediler tüfeklerini. Bu sırada aralarında sohbet ediyor, bol bol kahkaha atıyorlardı.  Atlar da kendine gelmişti. Bunlar çoğunlukla Telimsal’a gelirken boşaltılmış köylerde buldukları atlardı.  Kimisini de düşman müfrezelerine pusu atarak ele geçirmişlerdi.

O günün sonunda Yüzbaşı hareket emrini verdi. Köylülere haber vermek sakıncalı olabileceği için kaldıkları yerde bir çadır, içinde de bir mektup bıraktılar. Onlara tüm yardımlarından dolayı teşekkür ediyor ve bilinmeyen bir vakitte karşılığı ödeyeceğine söz veriyordu. En alta da görünür bir ifadeyle imzasını attı Yüzbaşı Halil. Yürümeye başlamadan önce askerlerine içinden taşanları söylemek, onları da yüreklendirmek için bir kağnının üstüne çıktı Halil. Başladı konuşmaya:

“Evlatlarım! Kandaşlarım! Yoldaşlarım!
Yaklaşık on gündür türlü musibetlerle uğraştık. Düşman, bizi elinde sıkarak ezebileceğini sanırken biz onlara ruhu, cesareti, adanmışlığı ve en önemlisi bir avuç adamın neler yapabileceğini öğrettik. Eminim ki cesaretimiz onlar tarafından bile saygıyla anılacak ve kuşaklar boyu anlatılacaktır. Gün gelir bir âşığın dilinde türkü, bir şairin parmak uçlarında şiir oluruz. Kalem tutan eller bizi yazar, dönen diller bizi söyler. Her duyan sizi anar, ruhlarımız şahlanır.
Unutmayınız! Dünya ne hemen ölmek isteyeceğimiz kadar çirkin ne de sonsuza kadar yaşanılacak kadar güzel bir yerdir. Yaşamalısınız! Çünkü bu harp bittikten sonra sizi sevenler ve sevdikleriniz bekliyor olacak. Vatan tekrar içinde yaşayasınız diye sizi çağıracak. Ölebilirsiniz! Çünkü düşman yakınımızda bekliyor. Ölümden gocunmak, ona sırt çevirmek yakışıksızdır. Korkaklıktır. Böyle şeylerle sizi yazacak elleri, konuşacak dilleri utandırmayın. Ölümün ve yaşamın sahibi en doğrusunu bilendir!
Şimdi, tümenimizle birleşmek üzere ilerleyeceğiz. Yolda başımıza bir şey gelecek olursa diye mühimmatları herkese eşit olarak dağıttık. Vakit durma vakti değil, ilerleme vaktidir.
İleri!”

Yüzbaşı bunları söylerken eşkıyalar geçmek zorunda oldukları bir geçide pusu kurmaya başlamıştı bile.

Bölük köylerden topladıkları atlarla beraber tamamen süvarilerden oluşmaktaydı artık. Atlarını kimi zaman dörtnala kimi zaman da tırıs yürütüyorlardı. Derken tüfekler patladı. Birkaç asker patlayan tüfeği duyamadı. Atlar şaha kalktı. Ortalığın mahşer yeri olması için fazla zaman gerekmedi. Askerler muhteşem bir disiplinle kayalıklara siper aldı. Kağnıları devirip kendileri için siper oluşturdu kimileri de. Hemen karşılık verildi ateşe. Yüzbaşı Halil köyde ettiği muhabbetlerden ve daha önceki araştırmalardan çevrede eşkıya olduğunu biliyordu, fakat kendilerine saldırmaya nasıl cesaret etmişlerdi? Kafasını boşalttı ve çevreyi dinlemeye başladı. Birkaç çapulcuya göre fazla organizeydi bu atışlar. Sayıları da oldukça fazla geliyordu. O sırada yanı başına bir askeri daha düştü. Silkinip kendine geldi. Askeri kontrol etti. Ölmüştü. Mermileri üstüne alıp çatışmaya katıldı. Geçitten yukarı bakarken karanlık gecede yarıp geçtiği bayrağı gördü. Aynı sırada geçidin üstünden iki ceset daha düşmüştü. Tahmin ettiği gibiydi. Eşkıya ve düşman iş birliği yapıyordu. Hiddetlenmişti. Çatışma saatler sürdü.

Yorgun düştüğü bir anda, bir kurşun deldi Halil’in omzunu. Sendeleyip düştü. Kalkıp çatışmaya devam edecekti ki iki askeri sarılıp sipere dayadılar sırtını. Nefes nefese kalmıştı. Kontrol edince ölümcül bir yara olmadığını gördü. Çatışma devam ediyordu.

Yüzbaşı Halil kaybettiği kanın etkisiyle tekrar siperine uzandı. Gözleri hafifçe kapanıyordu ki tanıdık sesler duyuldu yukarıdan. Gelmişlerdi. Yetişmişlerdi.

Hikâyenin ilk kısmı için tıklayınız ... Askerler dördüncü güne doğru kendilerine gelmeye başladılar. Yabancı topraklarda güçlü görünmen...

Barut İzinde İlerleyiş 1/2


damarlarımda dünyanın bütün rüzgârları
harblere açlıklara yalnızlığıma rağmen
anamdan yolcu doğmuşum
neyleyim

Başı eğik, toprağı çamur, hayvanı mundar iki dağ arasında, alışılmadık misafirler göründü o gün. Kara taşlı dağın, kara ruhlu gözcüsü kara gözlerine inanamadı. Önden gelen onlarca atlı, toprağı, belki bin yıllardan beri uyuyan toprağı, uyandırdı.
Gözcü onlarca görse de, yerin sarsıntısı ve kulakları, gelenlerin daha kalabalık olduğu izlenimini verdi kara yüreğine. Böylesini hiç görmemişti. Tam atına atlayıp köye doğru gidecekti ki keskin bir ıslık sesi kulaklarını parçalarcasına yanından geçip, yanı başındaki kayaya saplandı. Yüzüne minik taş parçaları sıçradı. Şaşkınlıkla gözünü ovalayıp bir yandan da çevreye bakarken kâğıdı fark etti. Kâğıdı oktan çözdü. Açtı, okudu. Kötü bir el yazısıyla “Bekle” yazıyordu. Birbirine girmiş duygularıyla tekrar biraz önceki toz bulutuna baktı. Durmuş olmalıydılar. Bulut dağıldı. Yüzlerce at ve üstlerinde bir o kadar insan! Aralarından ikisi üzerine doğru at sürmeye başladı. Bu isabette ok atabilecek birinden kaçmanın pek akıllıca olmayacağını hesaplayan gözcü beklemeye başladı.
Atlılar arkalarında bir toz bulutuyla birlikte yanına vardı. İlk başta anlamadığı dilden birbirleriyle bir şeyler konuştu bu iki adam. Korkudan mıdır bilinmez gözüne epey heybetli görünüyordu bu adamlar. Konuşmaları bittikten sonra yüzü daha temiz olan atından indi ve elini uzattı. Gözcü tüm bu olanlara anlam veremiyordu. Ellerinin titrediğini belli etmemeye çalışarak o da elini uzattı. Asker sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Bizler buradan geçeriz. Sizlerin bu Erlik’in meskeni toprağınızda da gözümüz yoktur. Senden isteğim bizi köyünüzün yaşlısıyla görüştürmen. Burada birkaç gece orduyu konaklatıp ardından gideceğiz.”
Asker konuşurken gözcü, arkada iyice belirginleşen orduya doğru baktı. Karşı gelmesinin veya savaşmalarının imkânı yoktu. “Takip edin.” diyerek peşine taktı. Gözcünün atı, sözcünün atına bağlı olduğu hâlde önden gidiyordu. Komutan arkalarında, ordu ise görece yakın bir mesafeden onları takip ediyordu. Yıldızlar kararan göğe bir bir yerleşirken köyün kara bacalı çatıları göründü. Gözcüyü yolladılar. Birkaç dakika sonra, gözcü önden ihtiyar arkadan hızlı adımlarla yanlarına geldi. İhtiyar titrek bir sesle:
“Buyurun! Ağalar ne istemiştiniz? Köyümüzün ismi Telimsal. Önceden söylemeliyim ki biz fakir bir köyüz. Eşkıya haraca bağlamıştır. Bunu bilin, öyle isteyin isteyeceğinizi.”
Sözcü tam konuşmaya başlayacakken, komutan düzgün bir aksan ve güzel bir sesle söze başladı:
“İhtiyar, sen endişelenme. Amacımız yakıp yıkmak olsa zaten cesetlerinizin üstünde ağlıyor olurdun şimdiye kadar. Bize erzak lazım. Denkleştiremezseniz, çevre köylere haber salın da gelin. Siz bizle ne kadar iyi olursanız, biz de sizle o kadar iyi oluruz. Hadi selametle.”
Bunu dedikten sonra atının yularını kendinden emin bir şekilde çekerek ordusuna doğru sürdü. İhtiyar arkasından bakakaldı. Bir asker görmeyeli uzun zaman olmuştu. Devletinin yaşadığından bile emin değildi. Varsa da ismini unutmuştu zaten. Komutanın da kişiliğini beğenmişti. Tüm bunların dışında başka da çaresi yoktu zaten. Kendilerinden yüzlerce kat büyük bir ordunun anlaşılan küçük bir kısmıydı bu. Karşı gelmeleri imkânsızdı. Yavaşça köye dönerken gözcüye:
 “Köylülere ve köylere haber et, ne varsa getirsinler.” dedi sessizce.

“Tanrının unuttuğu yer burası..."
Ertesi gün köy, bu yeni olayın haberiyle çalkalanıyordu. Erkekler arasında hararetli bir tartışma dönerken kadınlar durumu kabullenmiş ve yanlarında çocuklarıyla çalışmaya başlamıştı. Analarından kurtulan kimi çocuklar ise konaklayan orduyu görebilecekleri hâkim bir tepeden misafirlerini hayranlıkla izliyordu.

Yan köylerde ise durum daha karışık bir hâl almıştı. Askerlerin uzaklığının ve askerleri hiç görmemiş olmanın rahatlığıyla, sert sesler daha çok yükseliyordu. Kimisi ordunun zaten aç olduğunu ve onlara muhtaç olduklarını söylüyor. Bunun kesinlikle kullanılması gerektiğini konusunda diretiyordu. Bir grup, başa gelen çekilir diyerek “Tanrının unuttuğu yer burası. Kimse gelip hesap sormaz bizden. Üç dört gün dayanırız, sonra çeker giderler zaten.” diye durumu idare etmenin peşindeydi.  Bu fikre daha sıcak bakıldı. Birkaç asık surat kalsa da çoğunluk bu fikri benimsedi ve işlerine dağıldı.
İki gün böyle geçti. Birkaç zehirleme girişimi olduysa da kontroller sayesinde bir kayıp verilmedi. Köyler erzakı ayrı ayrı getirmediği için de bir köye ceza kesilemedi.
Üçüncü günün şafağında ise Tamnuh Köyü’ne eşkıyalar saldırmış. Bu köy yardım götürenler arasında orduya en uzak kalan olduğu için bir yardım çağrısı da yapamamış. Eşkıyaların bir kısmı at üstünde, geri kalanları ise yaya olarak; ellerinde tüfekleri ve biçimsiz kılıçlarıyla köye girip köyün yaşlısını bir ağaca bağlamışlar. Yaşlı adam durumu anlatıp af dilese de oracıkta kıymışlar canına. Kadınlar feryat figan ağlarken gençler arasında eşkıyayla iş yaptığı da bilinen biri bu hırpani kılıklı adamların yanlarına gitmiş. Kenarda hararetli hararetli bir şeyler konuşmuşlar, en sonunda iki taraf da memnun bir şekilde tokalaşmışlar. Ardından yerde bir yaşlı ve kanlı beden, çevresinde ağlaşan kadınlar bırakarak köyden ayrılmışlar. Bu haber askerlere hiç ulaşmadı. Yüzbaşının bile haftalar sonra haberi oldu.

...

damarlarımda dünyanın bütün rüzgârları harblere açlıklara yalnızlığıma rağmen anamdan yolcu doğmuşum neyleyim Başı eğik, toprağı...