damarlarımda
dünyanın bütün rüzgârları
harblere
açlıklara yalnızlığıma rağmen
anamdan yolcu
doğmuşum
neyleyim
Başı
eğik, toprağı çamur, hayvanı mundar iki dağ arasında, alışılmadık misafirler
göründü o gün. Kara taşlı dağın, kara ruhlu gözcüsü kara gözlerine inanamadı. Önden
gelen onlarca atlı, toprağı, belki bin yıllardan beri uyuyan toprağı,
uyandırdı.
Gözcü
onlarca görse de, yerin sarsıntısı ve kulakları, gelenlerin daha kalabalık
olduğu izlenimini verdi kara yüreğine. Böylesini hiç görmemişti. Tam atına
atlayıp köye doğru gidecekti ki keskin bir ıslık sesi kulaklarını
parçalarcasına yanından geçip, yanı başındaki kayaya saplandı. Yüzüne minik taş
parçaları sıçradı. Şaşkınlıkla gözünü ovalayıp bir yandan da çevreye bakarken
kâğıdı fark etti. Kâğıdı oktan çözdü. Açtı, okudu. Kötü bir el yazısıyla
“Bekle” yazıyordu. Birbirine girmiş duygularıyla tekrar biraz önceki toz
bulutuna baktı. Durmuş olmalıydılar. Bulut dağıldı. Yüzlerce at ve üstlerinde
bir o kadar insan! Aralarından ikisi üzerine doğru at sürmeye başladı. Bu
isabette ok atabilecek birinden kaçmanın pek akıllıca olmayacağını hesaplayan
gözcü beklemeye başladı.
Atlılar
arkalarında bir toz bulutuyla birlikte yanına vardı. İlk başta anlamadığı
dilden birbirleriyle bir şeyler konuştu bu iki adam. Korkudan mıdır bilinmez
gözüne epey heybetli görünüyordu bu adamlar. Konuşmaları bittikten sonra yüzü
daha temiz olan atından indi ve elini uzattı. Gözcü tüm bu olanlara anlam
veremiyordu. Ellerinin titrediğini belli etmemeye çalışarak o da elini uzattı.
Asker sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Bizler
buradan geçeriz. Sizlerin bu Erlik’in meskeni toprağınızda da gözümüz yoktur.
Senden isteğim bizi köyünüzün yaşlısıyla görüştürmen. Burada birkaç gece orduyu
konaklatıp ardından gideceğiz.”
Asker
konuşurken gözcü, arkada iyice belirginleşen orduya doğru baktı. Karşı gelmesinin
veya savaşmalarının imkânı yoktu. “Takip edin.” diyerek peşine taktı. Gözcünün
atı, sözcünün atına bağlı olduğu hâlde önden gidiyordu. Komutan arkalarında,
ordu ise görece yakın bir mesafeden onları takip ediyordu. Yıldızlar kararan
göğe bir bir yerleşirken köyün kara bacalı çatıları göründü. Gözcüyü
yolladılar. Birkaç dakika sonra, gözcü önden ihtiyar arkadan hızlı adımlarla
yanlarına geldi. İhtiyar titrek bir sesle:
“Buyurun!
Ağalar ne istemiştiniz? Köyümüzün ismi Telimsal. Önceden söylemeliyim ki biz
fakir bir köyüz. Eşkıya haraca bağlamıştır. Bunu bilin, öyle isteyin
isteyeceğinizi.”
Sözcü
tam konuşmaya başlayacakken, komutan düzgün bir aksan ve güzel bir sesle söze
başladı:
“İhtiyar,
sen endişelenme. Amacımız yakıp yıkmak olsa zaten cesetlerinizin üstünde
ağlıyor olurdun şimdiye kadar. Bize erzak lazım. Denkleştiremezseniz, çevre
köylere haber salın da gelin. Siz bizle ne kadar iyi olursanız, biz de sizle o
kadar iyi oluruz. Hadi selametle.”
Bunu
dedikten sonra atının yularını kendinden emin bir şekilde çekerek ordusuna
doğru sürdü. İhtiyar arkasından bakakaldı. Bir asker görmeyeli uzun zaman
olmuştu. Devletinin yaşadığından bile emin değildi. Varsa da ismini unutmuştu
zaten. Komutanın da kişiliğini beğenmişti. Tüm bunların dışında başka da çaresi
yoktu zaten. Kendilerinden yüzlerce kat büyük bir ordunun anlaşılan küçük bir
kısmıydı bu. Karşı gelmeleri imkânsızdı. Yavaşça köye dönerken gözcüye:
“Köylülere ve köylere haber et, ne varsa
getirsinler.” dedi sessizce.
“Tanrının unuttuğu yer burası..." |
Ertesi
gün köy, bu yeni olayın haberiyle çalkalanıyordu. Erkekler arasında hararetli
bir tartışma dönerken kadınlar durumu kabullenmiş ve yanlarında çocuklarıyla
çalışmaya başlamıştı. Analarından kurtulan kimi çocuklar ise konaklayan orduyu
görebilecekleri hâkim bir tepeden misafirlerini hayranlıkla izliyordu.
Yan
köylerde ise durum daha karışık bir hâl almıştı. Askerlerin uzaklığının ve
askerleri hiç görmemiş olmanın rahatlığıyla, sert sesler daha çok yükseliyordu.
Kimisi ordunun zaten aç olduğunu ve onlara muhtaç olduklarını söylüyor. Bunun
kesinlikle kullanılması gerektiğini konusunda diretiyordu. Bir grup, başa gelen
çekilir diyerek “Tanrının unuttuğu yer burası. Kimse gelip hesap sormaz bizden.
Üç dört gün dayanırız, sonra çeker giderler zaten.” diye durumu idare etmenin
peşindeydi. Bu fikre daha sıcak bakıldı.
Birkaç asık surat kalsa da çoğunluk bu fikri benimsedi ve işlerine dağıldı.
İki
gün böyle geçti. Birkaç zehirleme girişimi olduysa da kontroller sayesinde bir
kayıp verilmedi. Köyler erzakı ayrı ayrı getirmediği için de bir köye ceza
kesilemedi.
Üçüncü
günün şafağında ise Tamnuh Köyü’ne eşkıyalar saldırmış. Bu köy yardım
götürenler arasında orduya en uzak kalan olduğu için bir yardım çağrısı da
yapamamış. Eşkıyaların bir kısmı at üstünde, geri kalanları ise yaya olarak;
ellerinde tüfekleri ve biçimsiz kılıçlarıyla köye girip köyün yaşlısını bir ağaca
bağlamışlar. Yaşlı adam durumu anlatıp af dilese de oracıkta kıymışlar canına.
Kadınlar feryat figan ağlarken gençler arasında eşkıyayla iş yaptığı da bilinen
biri bu hırpani kılıklı adamların yanlarına gitmiş. Kenarda hararetli hararetli
bir şeyler konuşmuşlar, en sonunda iki taraf da memnun bir şekilde
tokalaşmışlar. Ardından yerde bir yaşlı ve kanlı beden, çevresinde ağlaşan
kadınlar bırakarak köyden ayrılmışlar. Bu haber askerlere hiç ulaşmadı.
Yüzbaşının bile haftalar sonra haberi oldu.
...