Ay İçin Az

Ay için az


Dizmişler ulduzları göğe
Demişler yârdır bunlar biline
Kimi parlak kimi cılız parıltılar
Buna rağmen
Hani Zühre hani Süreyya
Aydır o göğün gözdesi
Örter kendini kimi gün 
Yıldızlara kalır arş
Lakin bilinmelidir ki
Beklenendir dolunay



Ay için az Dizmişler ulduzları göğe Demişler yârdır bunlar biline Kimi parlak kimi cılız parıltılar Buna rağmen Hani Zühr...

Üç Gölgeler Sokağı

Üç Gölgeler Sokağı ilginç bir yer. Kendisi uzay zaman içerisinde somut olarak yer alsa da kimi geceler o sarılı beyazlı ışıklarının altında akla mantığa sığmaz anlar yaşanır.  O zaman size hikâyemi en baştan anlatayım.

Bir gün... Bu sonbahar yeni bir ev ve ikinci el bir yatakla başladı. Ancak benim hikâyem bu evle alakalı değil. Bu evin oradan buradan damlayan, taşan, her yeri batıran sularını saymazsak kattığı tek farklılık bavullar üzerinde uyuklamaktı.

Eve ilk defa akşamüstü gittiğim bir gün, arkamdan peşi sıra gölgeler gelmeye başladı. Fazla aydınlatılmamış bu sokaktaki misafirlerim ile ilk karşılaşmam da böylece gerçekleşmiş oldu. Hızlandırdığım adımlarımla ilerlerken dikkat çekmemek için hemen arkamı dönüp bakmadım. Az ileride yoldan saparken geldiğim yöne baktığımdaysa, dikkat çekecek hiçbir şey göremedim. Aslında en dikkat çekici yanı da buydu. Hayal meyal işitilen hayvan seslerine bu gölgeleri yorarak evime döndüm ve bu ufak ve ilginç olayı kimseye anlatmadım.

Günler böyle geçti, gecelere kavuştuk; ancak aya hasrettik.  Bilmem o ilk kavuşmanın ardından kaç dolunay geçti.

Üç Gölgeler Sokağı
Üç Gölgeler Sokağı'nda sonradan fark edecektim ki daha nice gölge varmış. Hepsi de farklı farklıymış. Ancak bu üç gölgenin yeri apayrıdır, özeldir. Buluşmanın saatini ve gününü hiç belirlemeyiz fakat her seferinde, herkes tam zamanında gelir. Gelirken de kimi zaman hediyeler getirirler. Bu hediyeler çoğu zaman ufak anlar, yaşam kırıntıları olur. Kimi zaman ise bir pişmanlık. Ne olursa olsun "Üç Gölgeler Sokağı"nın sırrı olarak kalır. Herkes burada bir söz söyler ve bu sözleri karanlığa gömer. Ancak değerli dostum Fiat Doblo'dan aldığım bilgiye göre evrenin sonundaki restoranda bu sözler servis edilirmiş.



Üç gölgeden biri katil olmuştu o akşam. Belki hep öyleydi lakin bugüne kadar bize hiç bahsetmemişti bu sırrından. İkincisi pek neşeli idi "Sonra anlatırım." dedi. Sonraki gün unuttu. En durgunu yaklaştı sonunda. Tam yolun sonunda silinecekti ki sırrını sundu sokağa. Gizlice dinleyen ağaçlar, bu sırrı duydu. Kimi çiçek açtı birden kimisi yapraklarını döktü. Tüm bu olanı gören köpekler usulca uludu.

"Bu sır nedir?" diye sormayın. O an olanları gördükten sonra önce unuttum saydım kendimi sonra da duymadım. Her ne kadar uzağa kaçsam da yollar beni oraya çıkarmakta hâlâ. Üç gölgeler sokağı getirdi seni ve beni buraya. Orada fısıldadılar gökten adını. On on beş adım atılırdı her seferinde. Son beş adımda herkes konuşmaya başlardı. Son adımda her şey çözüme yaklaşsa da elveda demeden ayrılınır sokaktan. Bu sokağa dair en büyük sıkıntım karanlık ve gölgelerle dolu olması değildi. Sorun ismiyle ilgiliydi. Üç Gölgeler mi Üç Gölge mi? Kulağa hoş gelene yapıştım doğrusu.

Hikâyem budur. İsteyen gider elmasını sepetten alır. Bize de okuyana da sevgi gerek.

Bu arada hâlâ sırrı merak ediyorsanız Evrenin Sonundaki Restoran'da muhteşem manzarayla birlikte bu sırrı yudumlayabiliriz.

Üç Gölgeler Sokağı ilginç bir yer. Kendisi uzay zaman içerisinde somut olarak yer alsa da kimi geceler o sarılı beyazlı ışıklarının altında ...

Barut İzinde İlerleyiş 2/2


...

Askerler dördüncü güne doğru kendilerine gelmeye başladılar. Yabancı topraklarda güçlü görünmenin önemini bildiklerinden üniformalarına çeki düzen vermişlerdi Telimsal’a varmadan önce. Komutan, askerlerini yabancı ve çorak topraklara bilgisizce sokacak kadar acemi değildi. Askerlere verdiği emirle son yiyeceklerini gösterişli bir giriş için atlarına verdirmişti. Sonuçta askerler rol yapabilse de atların rol yapma becerisinin olduğu söylenemezdi. Bu bölüğün içinde, savaşlarda ok kullanmasıyla ve kahkahalarıyla ünlenmiş Deli Yamtar vardı. O, gözcü kulesine yakın bir yere gönderilmişti. Atılan okun isabeti de aslında buradan geliyordu. Yamtar, “Ah bir dedem sağ olsaydı! Atla giderken ensesinden arkasındakini görür de saplardı oku namerde.” diye iç çekiyordu Telimsal yakınında dinlenirken.  

Bölüğün yorgunluğunun bir sebebi vardı tabii ki. Günlerce ortasında sıkıştıkları bir cepheden, bir gece vakti son mermileriyle çıkmışlardı.  Yorgundular, fakat intikam için geri dönmeye de yeminliydiler. Ulaklardan üçünü farklı yollardan en yakın tümene haber ulaştırmaları için planla beraber yolladı.  

Yüzbaşı Halil bu harekâta girişmeden önce nerede saklanacakları ve nasıl hayatta kalacaklarına dair detaylıca araştırma yaptı tüm imkânlarıyla. Telimsal Köyü’nü de özellikle seçti. Çevre köyler arasında en yumuşak başlı, kendi hâlinde yaşayan köy bu köydü. Eşkıyalarla da baskınlar dışında içli dışlı oldukları yoktu.



"...eşkıyalar geçmek zorunda oldukları bir geçide pusu kurmaya başlamıştı bile."
Ertesi gün ulaklar geldi. Gelen haberi açıp okuyunca Yüzbaşı oldukça sevindi. Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyordu.  Bölüğüne, hazırlanmaları gerektiğini her an yola çıkabileceklerini bildirdi. Zaten oturmaktan sıkılan askerler bu haberle yerlerinden zıpladı ve sevinç çığlıkları attı. Aslında her gün temizlemelerine rağmen bu toprağın çamuru gene bulaşmıştır diyerek tekrar temizlediler tüfeklerini. Bu sırada aralarında sohbet ediyor, bol bol kahkaha atıyorlardı.  Atlar da kendine gelmişti. Bunlar çoğunlukla Telimsal’a gelirken boşaltılmış köylerde buldukları atlardı.  Kimisini de düşman müfrezelerine pusu atarak ele geçirmişlerdi.

O günün sonunda Yüzbaşı hareket emrini verdi. Köylülere haber vermek sakıncalı olabileceği için kaldıkları yerde bir çadır, içinde de bir mektup bıraktılar. Onlara tüm yardımlarından dolayı teşekkür ediyor ve bilinmeyen bir vakitte karşılığı ödeyeceğine söz veriyordu. En alta da görünür bir ifadeyle imzasını attı Yüzbaşı Halil. Yürümeye başlamadan önce askerlerine içinden taşanları söylemek, onları da yüreklendirmek için bir kağnının üstüne çıktı Halil. Başladı konuşmaya:

“Evlatlarım! Kandaşlarım! Yoldaşlarım!
Yaklaşık on gündür türlü musibetlerle uğraştık. Düşman, bizi elinde sıkarak ezebileceğini sanırken biz onlara ruhu, cesareti, adanmışlığı ve en önemlisi bir avuç adamın neler yapabileceğini öğrettik. Eminim ki cesaretimiz onlar tarafından bile saygıyla anılacak ve kuşaklar boyu anlatılacaktır. Gün gelir bir âşığın dilinde türkü, bir şairin parmak uçlarında şiir oluruz. Kalem tutan eller bizi yazar, dönen diller bizi söyler. Her duyan sizi anar, ruhlarımız şahlanır.
Unutmayınız! Dünya ne hemen ölmek isteyeceğimiz kadar çirkin ne de sonsuza kadar yaşanılacak kadar güzel bir yerdir. Yaşamalısınız! Çünkü bu harp bittikten sonra sizi sevenler ve sevdikleriniz bekliyor olacak. Vatan tekrar içinde yaşayasınız diye sizi çağıracak. Ölebilirsiniz! Çünkü düşman yakınımızda bekliyor. Ölümden gocunmak, ona sırt çevirmek yakışıksızdır. Korkaklıktır. Böyle şeylerle sizi yazacak elleri, konuşacak dilleri utandırmayın. Ölümün ve yaşamın sahibi en doğrusunu bilendir!
Şimdi, tümenimizle birleşmek üzere ilerleyeceğiz. Yolda başımıza bir şey gelecek olursa diye mühimmatları herkese eşit olarak dağıttık. Vakit durma vakti değil, ilerleme vaktidir.
İleri!”

Yüzbaşı bunları söylerken eşkıyalar geçmek zorunda oldukları bir geçide pusu kurmaya başlamıştı bile.

Bölük köylerden topladıkları atlarla beraber tamamen süvarilerden oluşmaktaydı artık. Atlarını kimi zaman dörtnala kimi zaman da tırıs yürütüyorlardı. Derken tüfekler patladı. Birkaç asker patlayan tüfeği duyamadı. Atlar şaha kalktı. Ortalığın mahşer yeri olması için fazla zaman gerekmedi. Askerler muhteşem bir disiplinle kayalıklara siper aldı. Kağnıları devirip kendileri için siper oluşturdu kimileri de. Hemen karşılık verildi ateşe. Yüzbaşı Halil köyde ettiği muhabbetlerden ve daha önceki araştırmalardan çevrede eşkıya olduğunu biliyordu, fakat kendilerine saldırmaya nasıl cesaret etmişlerdi? Kafasını boşalttı ve çevreyi dinlemeye başladı. Birkaç çapulcuya göre fazla organizeydi bu atışlar. Sayıları da oldukça fazla geliyordu. O sırada yanı başına bir askeri daha düştü. Silkinip kendine geldi. Askeri kontrol etti. Ölmüştü. Mermileri üstüne alıp çatışmaya katıldı. Geçitten yukarı bakarken karanlık gecede yarıp geçtiği bayrağı gördü. Aynı sırada geçidin üstünden iki ceset daha düşmüştü. Tahmin ettiği gibiydi. Eşkıya ve düşman iş birliği yapıyordu. Hiddetlenmişti. Çatışma saatler sürdü.

Yorgun düştüğü bir anda, bir kurşun deldi Halil’in omzunu. Sendeleyip düştü. Kalkıp çatışmaya devam edecekti ki iki askeri sarılıp sipere dayadılar sırtını. Nefes nefese kalmıştı. Kontrol edince ölümcül bir yara olmadığını gördü. Çatışma devam ediyordu.

Yüzbaşı Halil kaybettiği kanın etkisiyle tekrar siperine uzandı. Gözleri hafifçe kapanıyordu ki tanıdık sesler duyuldu yukarıdan. Gelmişlerdi. Yetişmişlerdi.

Hikâyenin ilk kısmı için tıklayınız ... Askerler dördüncü güne doğru kendilerine gelmeye başladılar. Yabancı topraklarda güçlü görünmen...